Pratik Çalışma

TEMEL KAVRAMLAR ve KİŞİLER HUKUKU PRATİK ÇALIŞMA (2)

Temel Kavramlar ve Kişiler Hukuku
Arş. Gör. Ahmet Fevzi Kibar

İYİNİYETLE HAK KAZANIMI – İYİNİYETİN KORUNMASI – DÜRÜSTLÜK KURALININ KÖTÜYE KULLANILMASI – GAİPLİK – ÖLÜM KARİNESİ – BİRLİKTE ÖLÜM KARİNESİ – HAK EHLİYETİ – FİİL EHLİYET GRUPLARI

Olay I: Kemal, arkadaşı Berke’nin yeni satın aldığı 3.500 liralık son model telefonunu; Arif’e olan borçlarını ödemek için 2. el telefon alım-satımı yapan X dükkânı sahibi Y’ye 1.500 liraya satar. Kemal, elde ettiği paranın 1.200 lirasını durumdan habersiz Arif’e öder. 300 lirası halen Kemal’dedir. Telefonu bozulan Ayşe, X dükkanından 2.500 liraya bu telefonu satın alır.

Soru 1: Y, söz konusu telefonun mülkiyetini kazanmış mıdır? Ayşe, söz konusu telefonun mülkiyetini kazanmış mıdır? Bu kişilerin iyiniyetli olup olmaması ne gibi hukuki sonuçlar doğurur? 

Öncelikle Kemal, Berke’nin rızası yahut yetkilendirmesi olmaksızın ona ait bir eşyanın mülkiyetini Y’ye devretmek arzusundadır. Bir eşyanın mülkiyetini ya eşyanın maliki yahut onun tasarruf yetkisi tanıdığı bir kişi devredebilir. Berke, Kemal’e böyle bir yetki tanımamıştır. Kemal, Berke’nin haberi olmaksızın böyle bir işlem yapmıştır. Roma Hukuku’ndan beri süregelen “kimse kendi hakkından fazlasını devredemez” kuralı gereğince Kemal’in sahip olmadığı veya üzerinde tasarruf yetkisi tanınmayan bir hakkı başkasına devretmesi mümkün değildir. Bu konuda Kemal, kötü niyetlidir. Kemal, iyiniyetli olsa bile sonuç değişmezdi. Eğer kemal emin sıfatıyla zilyet olsa idi durum farklı olabilirdi. Ancak telefon Berke’nin elinden rızası dışında çıktığı için (yani Kemal, Berke’nin rızasıyla telefona zilyet kılınmadığı için) Kemal, emin sıfatıyla zilyet değildir.

Kanun koyucu, tarafların birinin bu şekilde kanuna aykırı hareketi ile ortaya çıkan hukuki işlemin akıbetini işlemin işlemi yapanın emin sıfatıyla zilyet olup olmamasına ve(ya) diğer tarafın iyiniyetli olmasına göre farklı sonuçlar bağlamıştır. Zira bir tarafın hukuka aykırı hareketinin ceza ve sorumluluğunu 3. kişiye yüklemek hakkaniyete ve adalete aykırı düşer. İşlemin diğer tarafının iyiniyetli olup olmamasına göre korunma durumu her durum için aynı değildir. Zira bazı durumların ağırlığı ve hukuki dengesi farklıdır. Bu sebeple, kişinin iyiniyetli olması kendisine bazen tam, bazen kısmî koruma sağlamaktadır. Y’nin iyiniyetli olduğu aksi ispat edilmediği veya olayın aksini göstermediği durumlar için asıldır. Bu sebeple somut olayı öncelikle bu açıdan ele alalım:

Y iyiniyetli iken;

a) Eğer Kemal de emin sıfatıyla zilyet olsa idi o zaman Y bu malın mülkiyeti kendisine Kemal tarafından devredilir devredilmez TMK m. 988’e göre kazanabilirdi. İlgili hükümde iyiniyetli 3. Kişilere iyiniyetleri sebebiyle tam bir korunma sağlanmıştır. Zira işlemin diğer tarafı eşyanın maliki tarafından emin sıfatıyla zilyet kılınarak 3. kişilerin böyle bir işlem yapmasına yol açılmıştır. Çünkü taşınırlarda zilyetlik hakka karinedir. Kim eşyanın zilyedi ise iddia ettiği hakkın maliki kabul edilirler. Aksini iddia eden ispat etmekle yükümlüdür.

b) Kemal emin sıfatıyla zilyet değildir. Dolayısıyla Y eşyayı Kemal’den devraldığı anda mülkiyeti kazanması mümkün değildir. Ancak Y iyiniyetli olduğu için TMK m. 777’e göre mülkiyeti zamanaşımı yoluyla kazanması mümkündür. Burada da kazandırıcı zamanaşımı süresi dolana kadar dava açılabilen, eşya elinden geri alınabilen yani korumasız kalan 3. Kişi; zamanaşımı süresinin dolması ile birlikte artık eşyanın maliki olup kendisine karşı bir dava açılamaz. Yani tam korunmuş olur. Dolayısıyla Y, TMK m. 777’de öngörülen 5 yıllık kazandırıcı zamanaşımı süresi boyunca ilgili hükümdeki diğer şartları da sağlayarak telefonun maliki olur. Bu süre dolana kadar henüz mülkiyeti kazanmış değildir. Mülkiyet halen Berke’nin üzerindedir.

c) Eğer Y, söz konusu telefonu TMK m. 989/2’de öngörüldüğü üzere pazar, açık artırma veya benzeri eşya satanlardan iyiniyetle edinmiş olsaydı bu durumda yine mülkiyeti devir anında kazanamayacak ancak kendisinden söz konusu eşyanın geri alınabilmesi ödediği bedelin kendisine ödenmesi ile mümkündür. Eğer somut olay bu şekilde olsa idi; mülkiyet halen Berke’de olup Berke, Y’nin ödediği bedeli ödemek suretiyle telefonu geri alabilirdi. Dolayısıyla bu ihtimalde iyiniyetli kişinin mülkiyeti kazanmak noktasında korunmayıp ödediği bedel açısından korunduğu yani kısmen korunduğu görülmektedir. Bu ihtimal açısından da Y’nin iyiniyetini koruyup kendisine dava açılıp telefon geri alınmadığı ihtimali açısından TMK m. 777’deki şartları sağlayarak telefonun mülkiyetini kazanması mümkündür.

Somut olayda Y iyiniyetli kabul edildiğinde, TMK m. 998 veya 989/2’nin kapsamına dahil değildir. Dolayısıyla henüz telefonun mülkiyetini kazanmamıştır. Ancak TMK m. 777’e göre kazandırıcı zamanaşımı yoluyla mülkiyeti 5 yıl sonra kazanma ihtimali mevcuttur. Berke ise mülkiyet halen kendisinde olduğu için Kemal’e karşı gerek aynî hakka dayanan istihkak davası gerek telefon elinden rızası dışında çıktığı için iyiniyetli Y’ye karşı TMK m. 989 gereğince 5 yıl içinde taşınır davası ve(ya) zilyetlik davası açarak telefonu Y’den geri alabilir.

Eğer Y, durumun şartları açısından telefonun Kemal’e değil de bir başka kişiye ait olduğunu anlaması gerekiyor (örneğin, telefonun üzerinde Berke’nin ismi bulunmakta) ise veyahut Y çalıntı mal alıp satan bir kişiyse artık Y’nin iyi niyetinden bahsedilemez. Dolayısıyla Berke Y’ye karşı gerek ayni hakka dayanan istihkak davası gerek kötüniyetli zilyetlere karşı TMK m. 991’de hak düşürücü süreye tabi olmaksızın öngörülen taşınır davası ve(ya) zilyetlik davası açarak telefonu Y’den geri alabilir.

Bu durumda Y de kendisini zarara uğratan Kemal’e karşı haksız fiil davası açabilir.

Soru 2: Arif, Kemal’in kendisine ödediği 1.200 liranın sahibi olmuş mudur?

Kamu düzeni, ekonomik hayat ve hayatın gerçekleri göz önüne alınarak kanun koyucu tarafından para ve hamile yazılı senetlerin mülkiyetinin kazanılması hususunda iyiniyetli edinenler açısından özel hüküm (TMK m. 990) öngörülmüştür. İlgili hükme göre “zilyet, iradesi dışında elinden çıkmış olsa bile, para ve hamile yazılı senetleri iyiniyetle edinmiş olan kimseye karşı taşınır davası açamaz.” Ancak olayda söz konusu para Y’ye aittir. Ve para Y tarafından telefona karşılık Kemal’e devredilmiştir. Dolayısıyla para, onun zilyedi olan Y’nin elinden rızası dışında çıkmamıştır. Tabi ki eğer Y de bunları bir başkasından iyiniyetle devralmış ise bu geçerlidir. Aksi olayda belirtilmediği için öyle kabul ediyoruz. Dolayısıyla Y’nin iradesiyle Kemal’e geçen para, yine Kemal’in iradesiyle Arif’e borçları karşılığında devredilmiştir. Yani TMK m. 990’ın işletilmesine gerek kalmamıştır. Eğer Kemal telefon yerine Berke’nin parasını çalmış olsaydı bu durumda TMK m. 990’ın işleyip işlemediğine bakılırdı. Somut olayda buna ihtiyaç kalmamıştır.

TMK m. 990, iyiniyetli kişilerin tam korunduğu hallerden biridir.  

Soru 3: Berke; telefonu Ayşe’den, 1.200 lirayı Arif’ten ve 300 lirayı Kemal’den geri isteyebilir mi? Cevabınız olumsuz ise Berke’nin bu zararı hukuken nasıl giderilecektir?

a) Öncelikle Berke’nin, Ayşe’den telefonu talep edip edemeyeceğine bakalım. Eğer Ayşe, kanunun ilgili hükümleri kapsamında mülkiyeti kazanmış ise Berke telefonu Ayşe’den isteyemez. Bunun yerine söz konusu telefonun mülkiyetini kaybetmesi sebebiyle uğradığı zararı, bu zarara sebep olan kişiden talep edebilir. Aksi belirtilmediği ve olaydaki verilerden anlaşılmadığı için Ayşe, Berke ile herhangi bir ilişkisi olmayan 3. Kişidir. Dolayısıyla Berke ile Kemal arasında meydana gelen olaydan habersizdir. Ayrıca eğer Ayşe telefonu satın alırken çalıntı mallar satmadığına emin olduğu bir yerden alışveriş yapıyorsa kendinden beklenen özeni de göstererek iyiniyetini korumaktadır. Aksini iddia eden ispat etmelidir.

Yukarıda izah ettiğimiz üzere Y, henüz telefonun mülkiyetini kazanmamıştır. Y kazanmadığı ancak kazandığını düşündüğü bir mülkiyeti devretmeye çalışmaktadır. Ayşe durumdan habersizdir. Y’nin mülkiyeti devredebilmesi için malik olması veya malik tarafından kendisine yetki verilmesi gerekmektedir. Bu durumlar söz konusu değildir. Eğer Y, emin sıfatıyla zilyet olsa idi bu durumda da Ayşe’nin iyiniyetli olup olmamasına göre mülkiyetin devri gerçekleşebilirdi. Ancak Y, emin sıfatıyla zilyet de değildir. Dolayısıyla Y’nin devrettiğini düşündüğü mülkiyet Ayşe’ye geçmemiştir. Ayşe aksi ispat edilene kadar iyiniyetli üçüncü kişidir. Ve Berke halen telefonun malikidir. Berke Ayşe’ye dava açarak telefonu geri alabilir.

Ayşe iyiniyetli olduğu için şartları gerçekleşmişse TMK m. 989/2’ye veya gerçekleşince TMK m. 777’ye göre iyiniyeti kısmen veya tamamen korunacaktır. Olayda henüz kazandırıcı zamanaşımı korumasından yararlanmak için gereken 5 yıllık sürenin dolduğu belirtilmemiştir. Dolayısıyla Ayşe, henüz bu madde kapsamında korunmamaktadır. Ancak Ayşe, telefonu TMK m. 989/2’de belirtilen “benzeri eşya satan” yerden aldığı için iyiniyeti korunacaktır. Berke ancak Ayşe’nin ödediği bedeli ödeyerek telefonu geri alabilir.

b) Eğer Kemal söz konusu parayı (1.500), Y’den almayıp de doğrudan Berke’den çalmış olsa idi bu durumda cevabımızı TMK m. 990 kapsamında Kemal ve Arif’in iyiniyetli olup olmamasına göre verecektik. Buna göre iyiniyetli olan Arif 1.200 lirayı kazanacak buna karşılık Kemal elinde kalan 300 liranın maliki olamayacaktı. Böylece Berke, Kemal’in elinde bulunan 300 lirayı istihkak davası ile Kemal’den ve Arif’e geçen 1.200 lirayı da tazminat davası ile bu zarara sebep olan Kemal’den geri alabilecekti.

Ancak para Y tarafından telefon karşılığında Kemal’e verilmiştir. Dolayısıyla Berke söz konusu para kendi parası olmadığı için bu parayı değil telefonun elinden çıkması sebebiyle ortaya bir zarar çıkarsa (örneğin, telefonu geri alamaz veya Ayşe’den geri alırken ödediği 2.500 lirayı) Kemal’e dava açarak talep edebilir.

TMK m. 989/1’in (taşınır davasının) iki istisnası vardır. Biri, 989/2’ye göre taşınır malın açık artırma, Pazar veya benzeri eşya satılan yerden satın alanların kısmen korunması halidir. Diğeri ise m. 990’a göre para ve hamile yazılı senetleri iyiniyetle edinen kimsenin ediniminin tam olarak korunması halidir.

Soru 4: Eğer telefon Berke tarafından emaneten Kemal’e verilmiş olsaydı, yukarıda vermiş olduğunuz cevaplar değişir miydi?

Bu durumda yukarıda sık sık vurguladığımız üzere Kemal, Berke tarafından emin sıfatıyla zilyet kılınmış olacaktı. TMK m. 988’e göre “Bir taşınırın emin sıfatıyla zilyedinden o şey üzerinde iyiniyetle mülkiyet veya sınırlı ayni hak edinen kimsenin edinimi, zilyedin bu tür tasarruflarda bulunma yetkisi olmasa bile korunur”. Dolayısıyla Berke tarafından Kemal’e mülkiyeti devir yetkisi verilmemiş olsa bile Kemal’in iyiniyetli 3. Kişilere yaptığı devir 3. Kişiler açısından korunacaktır. Kemal’in telefon üzerinde tasarruf yetkisi olmaması sebebiyle geçersiz olan işlem ilgili madde kapsamına girdiği anda geçerli hale gelecektir. Burada kanun koyucu işlem güvenliğini, hak güvenliğine üstün tutmuştur. Zira malı üzerinde birini emin sıfatıyla zilyet kılarak böyle bir işlem yapılmasına sebep olmasının sonucuna bu durumu tesis eden mal sahibi yerine durumdan habersiz 3. Kişiyi sorumlu tutmak hakkaniyete ve adalete aykırıdır. Ayrıca ilgili hüküm malikleri, eşyaları üzerinde kimleri zilyet kılacaklarına dikkat etmeleri gerektiği hususunda bir uyarıdır.

Böylece emin sıfatıyla zilyet olan Kemal’den kim iyiniyetle ayni hak devralırsa o hak devralana geçmiş olacaktır. Kemal’in bu fiili ise Berke açısından haksız fiil teşkil edecektir. Böylece ortaya çıkan zarar sebebiyle Berke, Kemal’e tazminat davası açabilecektir.

Olay II: Şinasi, Selami’ye olan borcunu uzun zamandır ödememiştir. Selami’nin her talebinde farklı bir bahane öne süren Şinasi, Selami’nin dava tehdidine karşı işlerinin karmaşası, ekonomik çalkantı ve yıllardır süren arkadaşlıkları hatırına son bir süre talep etmiştir. Selami, bu süreyi tanımıştır. Süre bitiminde Selami borcunu talep etmiş, Şinasi ise borcun artık zamanaşımına uğradığını, borcu ödemeyeceğini ve artık kendisini rahatsız etmemesini Selami’ye söylemiştir.

Soru 1: Olayda nasıl bir hukuki durum vardır? Bu durumu tespit edip tanımlayınız. Söz konusu durum açısından nasıl bir hukuki sonuç doğmaktadır? Belirtiniz.

Söz konusu olayda dürüstlük kuralının ihlali vardır. Şöyle ki: TMK m. 2’ye göre, “Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kuralına uymak zorundadır.” Somut olayda Şinasi, Selami’ye olan borcunu ödememektedir. Selami, borcunu ödemesini yoksa kendisine dava açacağını belirterek Şinasi’den alacağını talep etmiştir. Hukuki hakkın kullanılması (yani dava açma tehdidi) kural olarak dürüstlük kuralına aykırı bir durum değildir. Amaç alacağını tahsil etmektir. Bu sebeple dava açmak veya dava açmakla tehdit etmek dürüstlük kuralına aykırı değildir. Bu durum üzerine Şinasi, çeşitli mazeretler ile Selami’de borcunu ödeyeceği güveni oluşturarak borcun zamanaşımına uğramasına sebep olmuştur. Normalde bir borç zamanaşımına uğradığında borçluya zamanaşımı defiyle borcunu ödememe hakkı tanınmaktadır. Ancak Şinasi bu hakkını dürüstlüğe aykırı şekilde elde etmiştir. Yani hakkın kötüye kullanılması söz konusudur.

Hakkın kötüye kullanılması olgusunun ortaya çıkabilmesi için şu üç unsur somut olayda bulunmalıdır:

a) Bir hakkın varlığı,

b) Hakkın açıkça dürüstlük kuralına aykırı biçimde kullanılması,

c) Hakkın kötüye kullanılmasından başkasının zarar görmesi veya zarar görme tehlikesi ile karşı karşıya kalmasıdır.

Somut olayda borçluya, borcun muaccel olması üzerine başlayıp belli süre geçmesi sonucunda borcun dava edilemez olmasına sebep olan zamanaşımı defi hakkı mevcuttur. Bir hakkın açıkça dürüstlüğe aykırı biçimde kullanılması kavramının bazı önemli görünün şekilleri vardır. Bunlar; 1) Hakkın kullanımında meşru bir menfaatin bulunmaması, 2) Hakkın kullanılmasının sağlayacağı menfaat ile başkasına verilecek zarar arasında aşırı orantısızlık bulunması, 3) Uyandırılan güvene aykırı davranma (çelişkili tutum), 4) Şekil eksikliğinin caiz olmayan biçimde ileri sürülmesi, 5) Kendi ahlaka aykırı hareketine dayanmaktır. Olayımızda Şinasi, Selami’de borcu ödeyeceği hususunda güven oluşturarak kendisinden ek süre talep etmektedir. Ancak amacı Selami’nin alacağını zamanaşımına maruz bırakmaktır. Halbuki bu durum zamanaşımı defi hakkının açıkça kötüye kullanılmasıdır. Söz konusu kötüye kullanma, Selami’nin alacağını elde edememesine yani açıkça zarar görmesine sebep olacaktır. Dolayısıyla öngörülen üç unsur da meydana gelmiştir. Somut olayda hakkın kötüye kullanılması söz konusudur.

Hakkın kötüye kullanılmasının yaptırımı ise TMK m. 2/2’ye göre, söz konusu kötüye kullanımın hukuk düzeni tarafından korunmamasıdır. Yani, hakkın kötüye kullanılması halinde, hak sahibi elde etmek istediği yararı elde edemez. Dolayısıyla Şinasi zamanaşımı defini ileri süremeyecektir. Böylece Selami alacağını dava açmak suretiyle isteyebilecektir.

Soru 2: Eğer bahsedilen süre sonunda Şinasi, Selami’ye borcunu her sabah 07.05’te kent meydanındaki heykelin altında bir lira vermek suretiyle ödeyeceğini ifade etmiş olsaydı, yukarıda vermiş olduğunuz cevap değişir miydi?

Bu durumda da TMK m. 2/1’de belirtilen diğer durum olan borcun ifasında dürüstlük kuralına aykırılık söz konusudur. Borçlular, borçlarını ifa ederken de dürüstlük kuralına uymalıdır. Burada açıkça Selami’ye zarar verme kastı mevcuttur. Dolayısıyla Şinasi’nin bu ifasını Selami kabul etmek zorunda değildir. Şinasi kanunda öngörülen kurallar çerçevesinde borcunu ifa edecektir. Aksi halde borçlu temerrüdüne düşecektir.  

Olay III: TMK m. 124’e göre, “Erkek veya kadın onyedi yaşını doldurmadıkça evlenemez.” İlgili maddeye göre onyedi yaşını doldurmuş olan şahıslara evlenme hakkı tanınırken onyedi yaşından küçük olan bireylere evlenme hakkı tanınmamıştır.

Soru: Evlenme hakkının bu şekilde bazı şahıslara tanınırken bazı şahıslara tanınmaması hangi hukuki kurumun ilgi alanıdır. Söz konusu kurumu tanımlayıp bu kurumun kapsamını (başlangıç ve bitişini) de göz önüne alarak kısaca izah ediniz.

Söz konusu durum kişiler hukukunun temel konularından olan hak ehliyeti kurumudur. Hak ehliyeti, kişinin hak ve borçlara sahip olabilme ehliyetidir. Kişiye tanınan bir hak olmayıp hak sahibi olabilmenin bir şartıdır. Bu ehliyet, kişinin iradesinden ve davranışlarından bağımsız olarak kişi olma sıfatıyla kazanılmış bir ehliyettir. Fiil ehliyeti ise bir kimsenin iradi davranışla hukuki sonuç meydana getirebilmesidir. İkisi arasındaki farkı şu örnekle somutlaştıralım: Hak ehliyeti, konuşma kabiliyeti ise fiil ehliyeti konuşarak bir şeyler ifade etmektir.

Öncelikle tam ve sağ doğum ile birlikte kişilik başlar; hak ehliyeti ise tam ve sağ doğum geciktirici şartına bağlı olarak ceninin anne karnına düşmesiyle birlikte başlar. Anne karnına düşme ise cinsel ilişkiye girilen zaman değil annenin hamile kaldığı andır.

Her insan örneğin yaşama hakkına, vücut bütünlüğünün korunması hakkına ehildir. Ancak bazı haklar tabiatları yahut kamu menfaati veya devlet politikası gereğince; yaş, cinsiyet, yabancılık, evlilik, ayırt etme gücüne sahip olmak, akıl hastalığı, haysiyetsiz hayat ve mahkûmiyet sebebiyle kanun koyucu tarafından sınırlandırılmıştır. Söz konusu şartları taşımayan insanlar bu haklara ehil değildir. Örneğin, TMK m. 124’e göre, on yedi yaşından küçükler evlenme hakkına henüz ehil değildir. Kişiler onyedi yaşını doldurdukları zaman artık bu hakka ehil olurlar. Ancak bu hakka ehil olmak kişiye onu kullanma mecburiyeti getirmez. Hakka ehil olan kişi aynı zamanda onu kullanabilme ehliyetine (fiil ehliyetine) de sahip olmalıdır. Fiil ehliyetinin şartları ise kanunda ayrıca belirtilmektedir. Bazen bu iki ehliyet öylesine birbiri içine geçer ki ikisini ayırt etmek zorlaşır. Aralarındaki en önemli fark biri hakka sahip olabilmek iken diğeri onu kullanabilmektir.

Hak ehliyeti, kişiliğin çekirdeğini oluşturur. Bu sebeple aslında ikisi arasında sıkı bir bağlantı mevcuttur. Hak ehliyeti yani hakların öznesi olabilmek, kişiliğin başlangıcı ile başlayıp kişiliğin sona ermesi üzerine ortadan kalkar. Artık kişi hakların süjesi olamaz. Dolayısıyla hak ehliyeti kişiliğin başlangıcı olarak kabul edilen sağ ve tam doğum şartının gerçekleşmesi ile birlikte (geriye etkili olarak) ceninin anne karnına düştüğü anda başlar. Tam olarak doğmaktan maksat bebeğin bütün organları ile anneden ayrılmasını ifade eder. Baskın görüşe göre göbek kordonunun kesilmiş olması şart değildir. Tam doğum gerçekleşince çocuk ana rahmi dışında bağımsız bir varlık kazanır. Sağ olarak doğmaktan maksat ise çocuğun kısa bir süre de olsa anneden bağımsız olarak yaşamasıdır. Dolayısıyla tam olarak doğan çocuk anneden bağımsız olarak bir an bile yaşarsa o an kişilik ve hak ehliyetini kazanmış olur. Kişiliğin sona ermesi ölüm olayıyla gerçekleşir. Kişi ölünce artık kişiliğini ve hak ehliyetini kaybeder. Artık haklara ehil olamaz. Böylece kişinin sahip olduğu kişi varlığı hakları son bulur, mal varlığı hakları ise mirasçılara geçer. Ölümün hangi anda gerçekleşmiş olacağı ise tıp biliminden yararlanarak ve tıp biliminin geldiği nokta göz önüne alınarak yorumlanmalıdır.

Olay IV: Ahsen, 16. yaş gününde dayısı tarafından kendisine hediye edilen altın kolyeyi; çok istediği yeni marka telefonu almak için 4.500 liraya kuyumcuya satmıştır. Kolye karşılığı aldığı 4.500 lirayla sıkı pazarlık sonucu istediği telefonu babasının kendisine verdiği 500 lira harçlık ile de kulaklık, hafıza kartı ve usb’yi telefoncudan satın almıştır. Ayrıca bankadan kredi çekmek isteyen 21 yaşındaki sevgilisi Berkcan’a kefil olmak istemektedir. Berkcan, amcasının vesayeti altındadır.

Soru 1: Olayda belirtilen kişilerin ehliyet durumlarını tespit ediniz.

Fiil ehliyeti grupları bazı yazarlar göre üç bazılarına göre ise dört ana gruba ayrılmaktadır. Eski Medeni Kanunda mahdut (sınırlı) ehliyetliler kenar başlığı vardı. Yeni Medeni Kanunda ise böyle bir kenar başlığı bulunmamaktadır. O yüzden yazarlar ikiye ayrılıyor. Bazı yazarlara göre sınırlı ehliyetliler esasen ayrı bir ehliyet grubu olmayıp tam ehliyetli grubuna dahildir. Ancak bu kişilerin bazı işlemleri (TMK m. 429’da öngörülen işlemler) yapabilmesi için bu işlemlere ya yasal danışmanların rızası veya işleme katılması veya bu işlemleri doğrudan doğruya yasal temsilcilerin yapması gerekmektedir. Yeni Medeni Kanunda sınırlı ehliyetliler kenar başlığı yoktur. İşte ehliyetlerin kısıtlanması için yeterli sebep bulunmayan anacak söz konusu işlemleri yapmaları için kanunda öngörülen bazı şartları yerine getirmesi gereken bu kişileri bazı yazarlar sınırlı ehliyetli olarak dördüncü grup olarak kabul ederken bazı yazarlar ise bunları tam ehliyetliler grubu altında değerlendirmektedir. Söz konusu dört grup ise şunlardır: Tam ehliyetliler, sınırlı ehliyetliler, sınırlı ehliyetsizler, tam ehliyetsizler.

Olayda Ahsen, kuyumcu, Ahsen’in babası, telefoncu ve Berkcan kişileri vardır. Bu kişilerden olayda aksi belirtilmediği kuyumcu ve telefoncu tam ehliyetlidir. Ahsen’in babası tabii olarak ve aksi bir durum belirtilmediği için (örneğin, ayırt etme gücüyle ilgili bir sıkıntı) tam ehliyetlidir. TMK m. 10’a göre, ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişi fiil ehliyetine sahiptir. İlgili maddede fiil ehliyetine sahip olmak için iki müspet (olumlu) bir menfi (olumsuz) şart sayılmıştır. Yani iki şartın olması diğerinin olmaması aranmaktadır. Dolayısıyla ayırt etme gücüne sahip ve on sekiz yaşını doldurmuş her birey kısıtlanmamışsa tam fiil ehliyetine sahiptir. Ayırt etme gücüne sahip değilse tam ehliyetsiz, ayırt etme gücüne sahip ancak ergin olmamış kişiler ile kısıtlanmış ancak ayırt etme gücüne sahip olanlar sınırlı ehliyetsiz, kendilerine yasal danışman atananlar ise eski kanunun tasnifini devam ettiren yazarlara göre sınırlı ehliyetlidir. Yeni kanun tasnifini esas alan yazarlara göre ise tam ehliyetlidir. Berkcan; aksi belirtilmediği için ayırt etme gücüne sahip, on sekiz yaşını doldurmuş ancak vesayet altında yani kısıtlıdır. Dolayısıyla sınırlı ehliyetsizdir. Ahsen ise ayırt etme gücüne sahip ancak henüz on sekiz yaşını doldurmamış bir kişidir. Dolayısıyla sınırlı ehliyetsizdir.

Soru 2: Olayda belirtilen hukuki işlemleri önce tespit edip hukuken tanımlayınız. Daha sonra bu işlemlerin ehliyet açısından geçerliliklerini belirtiniz. 

Olayda; Ahsen’e dayısının altın kolye hediye etmesi (bağışlama sözleşmesi), Ahsen’in kolyeyi 4.500 liraya kuyumcuya satması (satım sözleşmesi), Ahsen’in 4.500 lira vererek telefon satın alması (satım sözleşmesi), Ahsen’in babasının verdiği harçlık ile bir şeyler satın alması (satım sözleşmesi), Ahsen’in Berkcan’a kefil olmak istemesi (kefalet sözleşmesi) söz konusudur.

Yukarıda belirttiğimiz üzere Ahsen, sınırlı ehliyetsizdir. TMK m. 16’ya göre sınırlı ehliyetsizler, “yasal temsilcilerinin rızası olmadıkça, kendi işlemleriyle borç altına giremezler. Karşılıksız kazanmada ve kişiye sıkı sıkıya bağlı hakları kullanmada bu rıza gerekli değildir.” Ayrıca sınırlı ehliyetsiz haksız fiillerinden sorumludur (TMK m. 16/2).

İlgili hükme göre sınırlı ehliyetsizi borç altına sokan işlemlerin sınırlı ehliyetsiz açısından geçerli olması yasal temsilcinin rızasına bağlıdır. Yasal temsilci bu rızayı ya doğrudan işleme katılarak yahut işlem öncesinde izin vererek ya da işlem sonrasında işlemi onayarak gösterebilir. Yasal temsilcinin henüz rızasını açıklamadığı bu tür işlemler askıda hükümsüzdür. Sınırlı ehliyetsiz bu işlem ile bağlı değilken diğer taraf bağlıdır. Eğer yasal temsilci rıza vermezse işlem kesin olarak hükümsüz hale gelir. Yasal temsilci henüz rızasını açıklamamışsa diğer taraf yasal temsilciye rızasını açıklaması için uygun bir süre tayin eder veya mahkemeye ettirir. Yasal temsilci rıza verirse işlem baştan itibaren hüküm ifade eder.

Satım sözleşmesi, her iki tarafı da borç altına sokan bir hukuki bir işlemdir. Dolayısıyla işlemin tarafı olan sınırlı ehliyetsiz açısından söz konusu işlemin geçerli olması için yasal temsilcinin rızası gerekir. Burada amaç sınırlı ehliyetsizin tam anlamıyla sonuçlarının farkında olmadığı bir işlem altına girmemesi yani korunmasıdır. Dolayısıyla bu hükmü uygularken sınırlı ehliyetsizin gündelik hayatta sonuçlarını anlayıp idrak edebileceği derecedeki küçük işlemleri (örneğin kendisine verilen cep harçlığı ile kırtasiye ürünü, araç-gereç, yiyecek-içecek almak gibi) de bu kapsama dahil etmek hem korunmak istenen birey açısından hem ekonomik hayat açısından kaosa neden olur. Bu tür işlemler bu kapsamda sayılmamalıdır. Ayrıca TMK m. 359 gereğince (fiil ehliyetinin genişletildiği haller; TMK m. 359/1, 453, 455) çocuğun bir meslek veya sanat ile uğraşması sonucu kendi malından verilen kısmın veya kendi kişisel kazancının yönetimi ve bunlardan yararlanma hakkı çocuğa aittir. Dolayısıyla işiyle alakalı bu tür tasarrufları hukuken geçerlidir. Ayrıca borçlandırıcı bir işlemi bir başkası adına temsilen yapmak temsilciyi değil de doğrudan temsil olunanı borç altına soktuğu için yasal temsilcinin bir başkasını temsilen borçlandırıcı işlem yapması mümkündür.

Bu açıklamalar üzerine Ahsen’in, dayısı tarafından hediye edilen kolyeyi kabul etme ehliyeti vardır. Ancak kolyeyi satması, telefon alması işlemleri yasal temsilcisinin rıza verip vermemesine göre hüküm ifade edecektir. Ayrıca babasının verdiği harçlık üzerine satın aldığı ederi çok olmayan işlemler geçerli kabul edilmelidir.

Son olarak Ahsen’in, Berkcan’a kefil olmak istemektedir. Kefalet sözleşmesi kefil olan kişi açısından borç doğuran bir sözleşmedir. TMK m. 16/1’deki genel kurala göre bu işlemin geçerli olması Ahsen’in yasal temsilcisinin rızası gerekmektedir. Ancak burada bir istisna söz konusudur. Zira TMK m. 449’a göre, vesayet altındaki kişi adına kefil olmak, vakıf kurmak ve önemli bağışta bulunmak yasaktır.” Vesayet altındakilere ilişkin bu hüküm, TMK m. 342/3’teki yollama uyarınca velayet altındakilere de uygulanır. Dolayısıyla ne sınırlı ehliyetsiz kendisi ne de yasal temsilcinin izniyle bu işlemi yapamaz. Bu işlem yasal temsilcinin rızası ile yapılsa bile kesin hükümsüzdür.

OLAY V: Selin, Berke, Canan ve Cihan tatilleri sırasında kiraladıkları yat ile koyları gezmektedir. Bir gece bastıran fırtına sonucunda kendilerinden artık haber alınamaz hale gelmiştir. Arama kurtarma çalışmaları sonucunda yat denize batmış halde içerisinde Selin, Cihan ve Berke’nin cesediyle birlikte bulunur. Ancak Canan’ın cesedine ulaşılamaz.

Soru 1: Selin, Cihan ve Berke’nin cesedine ulaşılmasına rağmen Canan’ın cesedine ulaşılamaması nasıl bir hukuki durumdur. Bu hukuki durumun sonuçları nelerdir?

Bir kimsenin cesedinin bulunması ve cesedin o kişiye ait olduğunun belirlenmesi üzerine ölüm olayı gerçekleşir. Ölüm olayı, hukuki bir olgu olup kendisine bazı sonuçlar bağlanmıştır. Olayımızda Selin, Cihan ve Berke’nin cesedine ulaşılması ve cesetlerin onlara ait olduğunun tespiti üzerine artık bu kişiler için nüfus siciline ölü kaydı düşülür (TMK m. 43). Ölüm ile birlikte kişilik sona erer (TMK m. 28/1).

Bir kişi için kütüğe ölü kaydının düşülmesi için ölüm olayı dışında ölüm karinesi öngörülmüştür (TMK m. 31). İlgili hükme göre “Bir kimse, ölümüne kesin gözle bakılmayı gerektiren durumlar içinde kaybolursa, cesedi bulunamamış olsa bile gerçekten ölmüş sayılır”. Yine TMK m. 44’e göre “Bir kimse, ölümüne kesin gözle bakılmayı gerektiren durumlar içinde ortadan kaybolursa cesedi bulunamamış olsa bile, o yerin mülki amirinin emriyle kütüğüne ölü kaydı düşürülür”. Böylece ölenin yakınlarının gaiplik kararı alması için gereken uzun prosedürden kurtulurlar. Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun m. 32 vd. bu işlemlerin nasıl yapılacağını detaylandırır.

Ölüm karinesi, ölümle aynı sonuçları doğurur. Böylece eğer kişi evliyse evliliği kendiliğinden sona erer. Kişinin kişiliği sona erdiği için buna bağlı olan haklar sona erer, kişinin malvarlığı mirasçılarına geçer.

Soru 2: Eğer Selin ve Berke evli bir çift olsa idi ve hangisinin diğerinden daha önce öldüğü tespit edilemiyorsa nasıl bir durum ortaya çıkar?

Öncelikle eşlerden biri veya ikisinin ölümü ile birlikte aralarındaki evlilik ilişkisi ölüm olayına bağlı olarak kendiliğinden sona erer.

Eşler, miras hukukuna göre birbirlerinin yasal mirasçıları oldukları için hangisinin önce öldüğünün tespit edilmesi gerekir. Böylece bir eş diğerinden bir an bile daha erken ölmüş ise diğeri onun mirasçısı olur.

Olayımızda Selin ve Berke’nin cesetleri birlikte bulunmuş ve hangisinin önce öldüğü tespit edilememiştir. Böyle durumlarda TMK m. 29/2’a göre “birden fazla kişiden hangisinin önce veya sonra öldüğü ispat edilemezse, hepsi aynı anda ölmüş sayılır”. Buna birlikte ölüm karinesi denir. Bu karineye göre aynı anda ölen kişiler arasında mirasçılık söz konusu olmaz. Zira birinin diğerine mirasçı olabilmesi için diğerinin öldüğü anda bir an bile olsa hayatta olması gerekir. Bu şart gerçekleşmemişse mirasçı olması mümkün değildir.

OLAY VI: Ekonomik şartlar sebebiyle gelecek kaygısı taşıyan Berkay, biriktirdiği para ile göçmen kaçakçılığı yapan kişilerle anlaşarak 21.10.2020 tarihinde bu kişilerin ayarladığı gemiye binmiştir. Gemi, Akdeniz üzerinden İspanya’ya gidecektir. Yolculuk yaklaşık üç hafta sürecektir. Berkay, karaya ayak basar basmaz arkadaşlarına haber verecektir. Ailesinin bu durumdan haberi yoktur. Ailesi kendisinden uzun süredir haber alamadığı için arkadaşları ile irtibata geçer. Durumdan haberdar olan aile yetkili makamlara haber verir. Yetkili makam gerekli yurtdışı makamları ile irtibata geçmesine rağmen Berkay’dan haber alınamamıştır. Ailesi Berkay’a ulaşmak için televizyon kanallarına çıkmasına ve sosyal medyada kampanya başlatmasına rağmen Berkay’dan yedi aydır haber alınamamaktadır.

Soru: Berkay’dan haber alınamaması nasıl bir hukuki durumdur? Bu durumun sonuçları nelerdir?

Berkay’dan haber alınamaması akla gaiplik kurumunu getirmektedir. TMK m. 32’ye göre “Ölüm tehlikesi içinde kaybolan veya kendisinden uzun zamandan beri haber alınamayan bir kimsenin ölümü hakkında kuvvetli olasılık varsa, hakları bu ölüme bağlı olanların başvurusu üzerine mahkeme bu kişinin gaipliğine karar verebilir”. Olayımızda Berkay, bir mülteci gemisiyle deniz yolculuğuna çıkmış ve uzun süredir kendisinden haber alınamamaktadır. Söz konusu mülteci gemilerinin sık sık denizde battığı bilinen bir gerçektir. Bu batmalar sonucunda birçok insan hayatını kaybetmektedir. Eğer gemi denizde batmışsa Berkay’ın da ölmesi kuvvetli bir olasılıktır. Eğer gemi rotasına varmış olsa bile Berkay’dan haber alınamamaktadır. Günümüzün haberleşme sistemi düşünüldüğünde bu durum da normal değildir.

TMK m. 32’de iki gaiplik karinesi öngörülmüştür. Söz konusu karinelere dayanarak gaiplik kararı verilebilmesi için (TMK m. 32 vd.) şu şartların bulunması gerekir. Öncelikle, kişinin ölüm tehlikesi veya uzun süreden beri kendisinden haber alınamaması sebebiyle ortadan kaybolması gerekir. Olayımızda her iki duruma da yorulabilecek bir durum söz konusudur. İkinci şart, kaybolan kimsenin ölüm olasılığının kuvvetli olmasıdır. Somut olaydaki şartlar, kaybolan kişinin ölümünü kuvvetli bir olasılık içinde göstermeli, kaybolan kişinin hala hayatta olduğuna dair büyük bir şüphe mevcut olmalıdır. Yukarıda bahsettiğimiz üzere mülteci gemilerinin bu şekilde batması çok sık rastlanılan bir olaydır ve haberleşmenin bu kadar yaygın olduğu (özellikle gençler için) günümüz şartlarında Berkay’dan haber alınamamaktadır. Üçüncü şart ise “gaiplik kararının istenebilmesi için ölüm tehlikesinin üzerinden en az bir yıl veya son haber tarihinin üzerinden en az beş yıl geçmiş olması gerekir”. Olayımızda diğer iki şart gerçekleşmiş olmasına rağmen üçüncü şart her iki ihtimal açısından da henüz gerçekleşmemiştir. Ölüm tehlikesi ihtimaline dayanarak açılacak dava için en az beş ay, diğer sebep için dört yıl beş ay daha geçmesi gerekir.  

Gaiplik kararının en önemli sonucu hakkında karar alınan kişinin öldüğüne dair bir karine teşkil etmesidir. Böylece “ölüme bağlı haklar aynen gaibin ölümü ispatlanmış gibi kullanılır” (TMK m. 35). Ancak yine de ortada ispatlanmış kesin bir ölüm olmadığı için hukuki sonuçlar, gaibin ortaya çıkabileceği veya öldüğü tarihin saptanabileceği göz önünde tutularak düzenlenmiştir. Gaiplik kararı geçmişe etkili olarak hüküm ifade eder. Yani kişi, ölüm tehlikesinin gerçekleştiği veya son haberin alındığı günden başlayarak gaip olmuş sayılır. Gaiplik kararının verilmesi ile birlikte gaibin kişiliği sona ermiş kabul edildiği için şahsına bağlı haklar sona erer, malvarlığı hakları ise ölüm tehlikesi veya son haber tarihinden yani 21.10.2020 tarihinden itibaren gaibin mirasçılarına kendiliğinden intikal eder. Ancak bu konuda gaibin geri gelmesi ihtimaline karşı teminat hükümleri öngörülmüştür (TMK m. 584, 586). Eğer gaip evli ise evliliği kendiliğinden sona ermez. Fakat gaibin eşi ya gaiplik kararı ile birlikte yahut ondan ayrı açacağı bir dava ile evliliğin feshine karar verilmesini isteyebilir (TMK m. 131/3).

NOT1: Bu pratik tarafımca orijinal olarak hazırlanmış olup link olmadan (atıf yapılmadan) paylaşılması Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’na aykırıdır.

NOT2: Anlayamadığınız yerleri ayrıca bu pratiğin altına yorum yaparak belirtebilirsiniz. Böylece size uygun zamanda cevap vermeye çalışacağım.

Fiil ehliyet grupları arasındaki farkı daha iyi anlamak için;

Yazar Hakkında

Ahmet Fevzi Kibar

Akademisyen, Hukuki Danışman ve Yazar
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Özel Hukuk yüksek lisans mezunu ve İstanbul Üniversitesi Özel Hukuk doktora eğitimi (devam ediyor). Kişiler, Aile, Eşya, Miras, Borçlar, Gayrimenkul, Fikri Mülkiyet ve Ürün Sorumluluğu Hukuku alanlarında çalışma yapmaktadır. Ayrıca hikâye, deneme ve eleştiri yazarlığı da yapmaktadır. Evli ve baba.

Yorum Yap