(HİKAYE)
YAZAR: Mustafa DÜNDAR
Gökyüzü de kendisiyle beraber ağlıyordu. Sırılsıklam olmuş, yüzüne değen yağmur damlalarını bile silmeye hali kalmamıştı. Koşuyordu… Hiçbir şey düşünmek istemiyor, sadece koşuyordu. Yaşadıkları aklına geldikçe kulaklarını kapatıp çığlık atmak istiyordu. Etraf zifiri karanlıktı. Bulutlar bir an olsun ay ışığının ona görünmesine, etrafı az da olsa aydınlatmasına izin vermemeye yemin etmişti sanki. Uzun, ince bir sokağın girişine geldiğinde durdu, nerede olduğunu çıkarmaya çalıştı ama muktedir olamadı.
–Nereye geldim ben, neredeyim, ne oldu bana?
Ellerine bakmaya başladı, sadece bakıyor ve ağlıyordu. Bakıyordu ama hiçbir şey göremiyordu. Etrafta kimse yoktu, kulaklarını tırmalayacak kadar sessizdi ortalık. “Allah’ım sen yardım et bana” diye dua ediyordu.
Yağmur hafiflemişti, çiseliyordu. Ama Leyla hala hüngür hüngür ağlıyordu, gözyaşları yanağından süzülüp yerdeki yağmur birikintisine doluyordu. Ay ışığı bulutların arasından kendini göstermeye başlamıştı. Yerdeki su birikintisinde kendi silueti görünüyordu belli belirsiz. Yere çöktü Leyla. İç çekiyor, titriyor ve ne oldu bana diye düşünüyordu.
Yaklaşık bir buçuk saat önce erkek arkadaşı Alp’in birlikte olma isteğini reddetmişti. Bu durum Alp’i deliye döndürmüştü. Önce ağza alınmayacak hakaretler yağdırarak Leyla’yı dövdü. Sonra… Sonra da istemediği halde Leyla’yı kendisiyle birlikte olmaya zorladı. Leyla gücü tükenene kadar direndi. Bir erkeğe -gözü dönmüş, her şeyi yapabilecek bir erkeğe- ne kadar direnebilirdi ki? Gücü kalmamıştı daha fazla ve… Alp, vahşi bir hayvan gibi Leyla’ya saldırmıştı. Gözü hiçbir şey görmüyordu. Bundan üç saat öncesine kadar sevdiğinin saçına bile dokunmaktan imtina eden adam şimdi fütursuzca hareket ediyordu. Leyla, Alp’in elinden zor kurtulmuştu, zaten kurtulur kurtulmaz da kaçmaya başlamıştı. Sağına soluna bakmadan koşuyordu. Nereye gittiğini kendi de bilmiyor, yol nereye çıkarsa oraya doğru koşuyordu…
Şimdi yere oturmuş, üşüyor, arada bir kara bulutlarla kaplı gökyüzüne bakıyor ve bilinçsizce ağlıyordu. Etrafta kimse yoktu. Sahi, nereden gelmişti o amca? Anlayamamıştı. Hatırladığı tek şey amcanın omzuna dokunması ve “kızım iyi misin, ıslanmışsın bak, hadi kalk gidelim” demesiydi. Leyla ne yapacağını bilmiyordu, bilebilecek halde de değildi zaten. Korkmuştu, ürkek bir ceylan gibiydi. Başını önüne eğdi, amcaya karşılık vermedi. Çok çaresiz hissediyordu kendini. Amca sevecen ve samimi ses tonu ile tekrar “kızım hava soğuk bak, bana güvenebilirsin, gel bize gidelim de hanım şu yaralarına pansuman yapsın” dedi. Leyla o kadar çaresizdi kişu an amcaya güvenmekten başka bir kurtuluş olmayacağını düşündü. Belki de amcanın “hanım yaralarına pansuman yapsın” dediğini duyduktan sonra güvenmişti. Hiçbir şey demeden amcanın elinden tuttu, kalktı ve yürümeye başladılar. İki yanı evlerle dolu, eski ama bir o kadar da yeni, parke taş döşeli, yol kenarlarında sönmüş lambalar bulunan bir sokaktan yürüyorlardı. Leyla, amcanın evine gittiklerini tahmin edebiliyordu.
Amcanın evi sokağın sonunda, tek katlı, sade bir evdi. Sobanın dumanı tütüyordu bacadan. Amca usulca kapıyı çaldı. Nur yüzlü bir teyze açtı, karşısında eşinin yanında eli yüzü kan içinde Leyla’yı da görünce şaşırdı, hemen içeri aldı, oturttu. Ne olduğunu sormadı önce, öyle olması gerektiğini düşünüyordu çünkü. Misafire, hele de bu durumdaki bir misafire, ısrarla soru sorulup bunaltılmazdı, önce ihtiyaçları karşılanırdı. Böyle olması daha münasipti.
Soba yanıyordu evde. Evin girişi soğuktu. Odaya girene kadar bir eve girdiğini bile fark edemiyordu insan. Leyla’yı hemen sobalı odaya alıp sobanın yanındaki sedire oturttular. Isınmaya başlamıştı Leyla. Sobada yanan odunların çıkardığı çıtırtı seslerini dinliyordu bir yandan da. Soba usul usul yanıyordu, üzerinde güğüm vardı. Güğümün içindeki su kaynamaya başlamıştı, güğümden çıkan ıslık sesi odada yankılanıyordu. Masanın üzerinde ve duvardaki mumluklar da mumlar vardı. Oda tam aydınlık değildi, mum ışığı dalgalandıkça odanın muhtelif köşelerinde gölgeler oluşuyordu. Teyze, bir bez parçası getirdi içeriden, güğümde kaynayan sudan beze döktü biraz ve hemen Leyla’nın yüzündeki yaraları silmeye başladı. Leyla ağlıyor, arada bir burnunu çekiyor ve öylece bakınıyordu. Kim ne dese onu yapacak gibi duruyordu. Teyze bir yandan Leyla’nın yüzündeki kan izlerini siliyor, patlayan dudağına hafif hafif sıcak su ile ıslattığı bezi değdiriyor bir yandan da Leyla’nın başına ne geldiğini düşünüyordu. Leyla’nın bu kadar donuk bakması, yüzünün bu kadar beyaz olması hayra alamet değildi. Teyze, Leyla’nın önce yaralarını temizledi sonra üstünü değiştirmesi için birkaç parça kıyafet getirdi. Islak kıyafetlerini sobanın üzerindeki çamaşırlığa astı. Kıyafetlerden süzülen su damlaları sobanın üzerine düşüyor ve “cısss” sesini çıkarıyordu. Mum ışığı etrafı çok fazla aydınlatmadığı için teyze gözlerini kısarak Leyla’ya bakıyor ve bu gencecik kızın başına ne gelmiş olabileceğini düşünüyordu. Teyze gözlerini Leyla’dan çekti ve kocasına doğru döndü:
–Ne olmuş bu kıza efendi, kimdir bu?
–Vallahi ben de bilmiyorum hanım, yatsıdan sonra eve geliyordum, yağmur var diye kısa yoldan geleyim dedim, arkadaşlardan ayrıldım, arka sokağa girdim. Bir baktım sokağın girişinde, yerde öyle çaresizce oturmuş ağlayan bir kız var. Yüzü kan içindeydi, bende tuttum eve getirdim, aklıma başka bir şey gelmedi.
–E ne yapacağız şimdi? Ya ailesi de arıyorsa şimdi kızı, onlar da telaşa kapılacak.
Leyla girdi söze. Ağlamayı kesmişti, iç çekerek “benim ailem burada değil, endişelenmezler şu an” dedi ve tekrar ağlamaya başladı. Ahmet amca hanımına döndü:
–Hele sen bir ilgilen hatun, soruver neyi varmış, ne olmuş, ne yapalım. Ben de yan odada cüzümü bitireyim.
Ahmet amca besmele çekerek yerinden kalktı, yavaş adımlarla yan odaya doğru yürümeye başladı. Nuran teyze de oturduğu yerden kalktı, Leyla’nın yanına gitti. Dizini Leyla’nın dizine dokundurarak oturdu, elini tuttu, gözlerinin içine şefkatle baktı:
–Hele anlat kızım, ne oldu sana, seni bu hale getiren nedir, bir hal çaresini bulalım.
Leyla, Nuran teyzenin gözlerinin içindeki şefkatte kaybolmuştu. Tek istediği şu an Nuran Teyze’nin kollarına kendini bırakıp ağlamaktı. Bir müddet bekledi. Yaşadığı onca olaydan sonra konuşmak kolay olmuyordu. Korkuyordu hem de. En çok güvendiği insan, sevdiği adam tarafından öldürülecekti az kalsın, başkaları neler yapmazdı? Uzun bir müddet konuşamadı, ağladı. Nuran teyze de zorlamadı zaten, anlayışlı bir kadındı. Leyla’nın elini tuttu ve kendini güvende hissetmesi için hafifçe sıktı.
–Kızım ne oldu? Anlat hele. Bana güven, bir çaresini bulalım. Korkma…
Leyla, Nuran Teyze’nin gözlerine baktıkça sakinleşti. Korkuyordu hala ama derin bir nefes aldı, ağlamayı bıraktı, yaşlı gözlerle ve titreyen sesiyle anlatmaya başladı:
–Kırıkkale’den geldim ben, burada tıp fakültesinde okuyorum. Babam ben üç yaşındayken vefat etmiş. Annem tekrar evlenmemiş, bizi büyütmüş. Matematik öğretmeniydi, emekli oldu. Emekli olduktan sonra da biz rahat edelim diye özel ders vermeye devam etti. Geçen sene yurtta kalıyordum. Bu sene oda arkadaşlarım ile eve çıkmaya karar verdik. Hem ev daha ucuza geliyordu, öyle hesaplamıştık. Anneme de fazla masraf çıkarmamış olacaktım. Arkadaşlarımla anlaştığımız gibi eve çıktık. Yurtta samimi olduğum bir arkadaşım vardı eve çıkınca da oda arkadaşım oldu, adı Melisa. Melisa ile ilk tanıştığımızdan beri iyi anlaşıyorduk, eve çıktıktan sonra samimiyetimiz fazlasıyla artmıştı.
Konuşurken bir hayli zorlandı, bir yandan burun akıntısı bir yandan baş ağrısı konuşmasını zorlaştırıyordu, zorda olsa anlatıyordu:
-Melisa erkek arkadaşı ile tanıştırdı bizi. Çocuk pek tekin değildi, tipinden belliydi zaten. Bir gün, “akşam okuldan sonra bir yerlerde oturalım”, dedi Melisa, ben de kabul ettim. Sonra Melisa’nın erkek arkadaşı geldi, yanında biri daha vardı. Uzun boylu, esmer, uzun saçlı, yakışıklı bir çocuktu. Yanımıza geldiler, benim geleceklerinden haberim yoktu. Sonradan öğrendim ki bu çocuk beni görmüş, Melisa’nın erkek arkadaşına söylemiş, onlar da benim tanışmam için böyle bir şey yapmışlar.
Anlatırken gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Bir müddet durdu. Nuran Teyze elini Leyla’nın dizine koymuş ve teselli edercesine gözlerine bakıyordu. Leyla burnunu çekti, gözlerinden akan yaşları eliyle sildi ve anlatmaya devam etti:
–Havadan sudan sohbet ederken çocukla baya samimi olduk, adı Alp’ti. Ben her zaman mesafemi koruyordum ancak bir gün, iki gün derken Alp beni sevdiğini söyledi. Ben ilk başta uzak kaldım, tam anlamıyla tanımadan bu tarz bir ilişki yaşamak istemiyordum ama bana o kadar sıcak ve içten davranıyordu ki beni gerçekten sevdiğine inandırdı. Birlikte geçirdiğimiz vakitler bana günün en güzel vakitleri gibi gelmeye başladı. Bir yıldır beraberiz onunla, beni hiç kırmadı, çok masum seviyordu, gerçekten seviyordu. En azından ben öyle olduğuna inanıyordum. Saçımın teline zarar gelsin istemezdi, biraz ağlasam hemen güldürmek için yapmadığı şaklabanlık kalmazdı. Ama bu akşam gerçek yüzünü gösterdi.
Ağlamaya başladı tekrar. Nuran teyze sadece dinliyordu. Gözünden birkaç damla yaş süzülüyordu Leyla’yı dinledikçe. Ne olduğunu tahmin edebiliyordu fakat öyle bir şeyi düşünmek bile istemiyordu. İçinden tahmin ettiği şeylerin gerçekleşmemiş olması için dua ediyordu. Leyla’nın elini sıkıca tutmuş onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Leyla tekrar ağlamaya başlayınca başını göğsüne dayadı ve saçlarını okşamaya başladı Leyla’nın. “Sakin ol kızım üzme kendini hele bir anlatıver de çözüm bulalım” dedi. Leyla anlatmaya devam etti iç çekerek:
–Bu akşam çok güzel bir restoranda yemek yedik. Yemekten sonra bizim eve gidip kahve içelim dedik, kızlar ailelerinin yanına gitmişti, evde kimse yoktu rahat ederiz diye düşündük. Eve gittik, bir müddet oturduk, sohbet ettik. Sonra ben kahve yaptım ikimize de. Kahvelerimizi içtik, hafif yatar şekilde oturuyorduk. Başımı Alp’in omzuna yaslamıştım, saçlarımla oynuyordu.
Derin bir nefes aldı, biraz bekledi ve şiddetli bir şekilde geri verdi aldığı nefesi. Kolay değildi tüm bunları anlatmak. Tanımadığı birine anlatmak hiç kolay değildi. Kendisinin de anlam vermediği bir güven vardı ama Nuran teyze ve Ahmet amcaya karşı. Sağ eliyle başını ovaladı biraz ve kaldığı yerden devam etti anlatmaya:
–Bir an durdu, bekledi ve benimle birlikte olmak istediğini söyledi. Ben şaşkınlıktan bir şey diyemedim, başımdan aşağı önce kaynar sular dökülmüş sonra da buzluğa atılmışım gibi hissettim. İlk şaşkınlığım geçtikten sonra cevap verebildim. Reddettim, olmaz öyle şey, dedim. Israr etti, ben “hayır” diyordum. Bugüne kadar böylesine saf, masum, temiz sevmiş biri nasıl oluyor da rahat bir şekilde bana böyle bir teklifte bulunuyordu, anlayamıyordum. O ısrar ediyor bense reddediyordum. Sonra Alp sustu, göz bebekleri büyümüştü ama gözlerini kısarak baktığı için çok belli olmuyordu, yumruğunu sıkıyordu, hızlı hızlı nefes alıp vermeye başladı, dişlerini sıkıyordu ve bir anda delirdi, “sen beni sevmiyor musun, neden benimle birlikte olmak istemiyorsun, neden benim olmak istemiyorsun?” demeye başladı.
Leyla anlatırken zorlanıyordu, yaşadıklarını şu an tekrar anlatmak ona zulüm oluyordu. Kelimeler boğazında düğümleniyordu. Göz yaşları ip gibi süzülüyordu yanağından aşağı. Biraz durdu, başını Nuran teyzenin omzuna yaslayıp ağladı. Sonra sanki sustukça yaşadıkları sırtında bir yük oluyor ve onun altında eziliyormuş gibi hissetti. Bu ağır yükten hemen kurtulmak istercesine anlatmaya devam etti:
–Bu kadar masum seven biri şu an cinsel birlikteliği kabul etmediğim için onu sevmediğimi nasıl düşünebiliyordu? Sevgi sadece cinsellik miydi? Tatlı tatlı muhabbet ettiğimiz vakitler, çimlere yatıp yıldızları izlediğimiz anlar, birlikte izlediğimiz filmler… Bunlar sevgiden sayılmıyor mu? Bunların hepsi cinsel bir haz uğruna amaca giden yolda çekilmiş çileler miydi? “Bunu istemiyor olmam seni sevmediğim anlamına gelmiyor, şu an böyle bir şey yaşamayı istemiyorum” dedim. Ben istemiyorum dedikçe Alp’in gözüne bir kat daha perde iniyordu sanki. Gözü hiçbir şeyi görmez oldu. Ne saf aşkımız ne de bana olan sevgisi vardı artık. Sanki başka bir âleme geçmişti Alp. Şehveti başta tüm duygularını yok etmiş sonra gözüne bir perde indirmiş ve aklını kullanamaz hale getirmişti. Masadaki vazoyu yere attı, delirmişti. Sanki o değil de başka biri vardı karşımda, sanki o beni seven, bana şefkat gösteren adam gitti yerine bir katil geldi.
Ağlamaktan gözleri kıpkırmızı olmuştu Leyla’nın. Nuran teyze, onu dinledikçe kahroluyordu, sanki kalbine balyozla vuruyorlarmış gibi hissediyordu. Leyla sessizce ağlayarak devam etti:
–Sonra bana tokat attı, ağlamaya başladım. Kollarımdan tutup sarstı ve beni koltuğa fırlattı. Bağırmaya başladım. Bir eliyle ağzımı kapatıp diğer eliyle bana vurmaya başladı. Yüzüme, gözüme yumruk atıyordu. Hakaretler ediyordu bana. Yere düştüm bir ara, bunu fırsat bildi ve tekme atmaya başladı. Ben direnmeye çalışıyordum. Bir müddet direndim fakat fazlasına gücüm yetmedi. Alp iyice güçsüzleştiğimi fark edince vurmayı bıraktı. Önce yerden kaldırdı, koltuğa doğru fırlattı beni sonra soydu ve…
Başını ellerinin arasına aldı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Nuran teyze Leyla’ya sarıldı “tamam, tamam kızım. Sakin ol, geçti” diyebildi sadece.
Nuran teyze de ağlıyordu. “Allah’ım sen yardım et” diyordu. Bir yandan da kendini şanslı addediyordu. Bugüne kadar Ahmet amca ona şiddet uygulamak şöyle dursun sesini bile yükseltmemişti. Aslında bunun için şanslı olmaya gerek var mıydı? Olması gereken zaten bu değil miydi? Nuran Teyze mi şanslıydı yoksa Leyla mı bahtsızdı? Nuran Teyze’nin içini bir sıkıntı kapladı. Düşünüyordu ve düşündükçe bunalıyordu.
Nasıl olurdu böyle bir şey? Bir insan sevdiğine bunu nasıl yapabilir? Gerçek sevgi buna izin verir mi? Bir erkek neden sevdiği kadına bunları yapar? Neden sevdiğini koruyabilmek için ona bahşedilmiş olan kuvveti sevdiği kadın üzerinde dener? Nuran Teyze beynini kemiren bu sorular ile oturuyordu, gözlerinden yaşlar süzülerek. Leyla derin bir nefes aldı, konuşmakla konuşmamak arasında gitti geldi. Biraz bekledi ve konuşmaya karar verdi:
–Keşke hiç tanışmasaydım Alp’le. Hayatımı alt üst etti. Ne yapacağım ben şimdi? Kendimi daha önce hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Keşke beni öldürseydi, keşke ölseydim. Annem o kadar çalıştı, kim için? Benim için! Peki, ben ne yaptım? Her şey ortada… Ama ben de böyle olsun istemezdim, vallahi istemezdim.
Leyla olan bitenin tek suçlusu olarak kendini görüyordu. Yaşadıklarının üzerine bir de suçluluk psikolojisi eklenince yaşaması için artık hiçbir geçerli sebep kalmamış gibi hissediyordu. Ona bunları yaşatan bir cani olmasına rağmen suçlu olarak kendini görüyordu, belki de toplum tarafından yapılan saçma sapan yorumlar ve suçlamalar yüzünden hemen kendini suçlu addetmişti. Belki de her gün kadına yönelik şiddete ilişkin okuduğu onlarca haberin altına yapılan yerli yersiz yorumlar, sosyal medyada düşünülmeden yapılan acımasız paylaşımlar buna sebepti.
–Tek hatam beni çok sevdiğini zannettiğim bir erkekle henüz aramızda resmi bir şey olmadan, nikâh olmadan aynı evde kalmış olmam. Böyle bir şey olacağı, Alp’in böyle bir şey yapacağı aklıma bile gelmemişti ama. Vallahi gelmemişti… Nereden bilebilirdim? Çok pişmanım. Keşke yemekten sonra eve gitmek yerine başka bir yere gitseydik. Haberlerde izliyordum hep böyle olayları ama benim başıma gelmez zannediyordum. Her şey gelebilirmiş insanın başına… Her gün farklı bir kadına üzülürken şimdi kendi yasımı tutuyorum.
Çaresizce ağlıyordu Leyla. Ağlamaktan sesi kısılmış, gözleri şişmişti. Elinin tersiyle yüzünü sildi ve başını kaldırıp Nuran Teyzenin gözlerine baktı:
-Ne yapacağım ben şimdi?
Belki de bundan sonra ismi ile müsemma bir kalbi olacaktı Leyla’nın. Kara bulutlarla kaplı, yağmurlu bir gece vaktinde yaşayacaktı artık. Belki de Leyla’nın yüzü bir daha hiç gülmeyecekti. Bunlar kimin umurunda ki? Leyla gülemediği için onu somurtkan olmakla bile suçlayacaktı insanlar, çünkü Leyla’nın ne yaşadığı onları ilgilendirmeyecekti. Belki Leyla yine böyle yağmurlu bir havada yüksekçe bir yerden bedenini boşluğa bırakacaktı. Yine üç beş kişi başına gelip “yazık oldu kıza”, “kim bilir ne derdi vardı” gibi saçma sapan yorumlar yapacaktı ya da kadın dernekleri birkaç yürüyüş falan düzenleyecekti Leyla için. Öldükten sonra ne önemi vardı bunların? İki üç gün herkes Leyla’dan bahsedecek dördüncü gün ise unutacaklardı belki de. Ne de olsa insanlar artık unutmaya alışıyorlardı. Ya da akşam vakti haberlerde Leyla’yı göreceklerdi ve acımasızca “eve almasaydı erkek arkadaşını” diyeceklerdi. Leyla hakkında birçok tez sunulacaktı ama Alp’in bir cani olduğunu kimse aklına bile getirmeyecekti. Leyla’nın yaşadıklarına rağmen Alp akıllara bile gelmeyecekti.
Dışarıda yağmur yağıyor, evde soba yanmaya devam ediyordu. Kıyafetler kurumaya başlamıştı. Artık kıyafetlerden su süzülüp sobaya damlamıyordu ve güğümdeki su bitmek üzereydi. Ahmet amca cüzünün son sayfasını okuyordu. Leyla, Nuran Teyze’nin omzunda; Nuran teyze ise başını Leyla’nın başına yaslamış ağlıyorlardı. Her şeye tanıklık eden gece sessizdi. Gecenin sessizliğini Leyla’nın ağlaması, Nuran teyzenin iç çekişleri ve Ahmet amcanın içeriden fısıltı şeklinde yayılan sesi bozuyordu:
-En lâ’netullâhi alâz zâlimîn.[1]
Teşekkür:
Uzun zaman sonra hikaye yazmama vesile olan, hikayemi özenle inceleyip yorum ve eleştirileri ile hikayeme kalite ve tat katan kıymetli hocam Ahmet Fevzi Kibar’a çok teşekkür ederim.
Hikayeme eleştiri ve yorumları ile katkıda bulanan ablam Fatma İrem Kartun’a ve kıymetli arkadaşlarım Hasan Akbulut, Selman Serdar Kar, Betül Akçay, Mustafa Sincar, Enes Özer ve Muhammed Enes Tavli’ye teşekkür ederim.
[1] “Allah’ın lâneti zalimlerin üzerine olsun!” A’râf Suresi – 44. Ayet.